Merhaba,
Her iyi kitap yaşamdan damıtılmış bilgileri altın bir tepside sunar. Zekayı keskinleştirir, ufku genişletir, yaşamı zenginleştirir. İnsan ömrünün bütün hataları yaparak öğrenmeye yetmeyecek kadar kısa olduğu, başkalarının deneyimlerinden de yararlanmak gerektiği düşünüldüğünde kitapsız bir hayatın kısırlığı apaçık ortadadır.
Okumadan geçirdiği günü yaşanmamış sayan biri olarak sizlerle sevdiğim kitapları paylaşmak istiyorum.
Derneğimizin sitesindeki ilk yazımda okurlarının uzun zamandır beklediği kitabı Tiamat’la yeniden gündeme gelen İhsan Oktay Anar’ın çok sevdiğim romanı Suskunlar’dan söz etmek istiyorum.
Romanda 17. yüzyılda İstanbul’da ruhlarında duydukları bir aşkın musikisini besteleyen üç müzisyenin hayatı, polisiye roman gerilimini aratmayacak bir kurguyla anlatılıyor. Kitap, adlarını musiki makamlarından alan Yegâh, Dügâh ve Segâh isimli üç bölümden oluşur. Hikaye Yenikapı Mevlevihane’sinde sema eden bir dervişin hayaletinin görülmesiyle başlar ve kimisi iç içe geçmiş kimisi bağımsız çeşitli öykülerle devam eder. Yazarın bütün eserlerinde kullandığı, kendine has, eski sözcüklerle yenilerin harman olduğu dil romana ayrı bir değer katmaktadır.
Suskunlar bir ana hikaye sarmalında işlenen yan hikayelerden değil, hiç biri diğerinin önünü kesmeyen çok sayıda hikayenin birbirine eklemlenmesiyle oluşturulduğundan, kısa bir özet yapmak neredeyse olanaksız. Osmanlı İstanbul’unun çeşitli köşelerini mekan tutmuş kahramanların birbirinden bağımsız, ancak anlatı ilerledikçe bir araya gelip kesişen hikayelerinin birkaçını özetlesem diğerlerinin boynu bükülecek. Bu nedenle bu romanı öykü düzeyinden çok söylem biçimiyle ele almak daha doğru.
Yazar bütün kitaplarında olduğu gibi bu romanında da işlevsel anlatı türünü tercih ediyor. Betimlemeden çok eylem içeren bir dili var. Bütün kahramanlar kişilik özellikleriyle değil, birer eyleyen olarak yer alıyorlar anlatıda. Eylemleriyle ya da eylemsizlikleriyle varlar.
Olaylar, bütün kahramanlara eşit uzaklıkta duran bir anlatıcı tarafından geçmiş zaman kipiyle sunuluyor. Günü gazetelerden, televizyondan takip ettiğini ama Ortaçağ’ı gözleriyle gördüğünü söyleyen Umberto Eco’yu çağrıştıran bir bakışı var bu anlatıcının. Kalıntıları bile yok olmuş mekanlarda yıllarca yaşamış gibi dolaşırken okuru da aynı büyünün içine çekiyor. O kadar ki, insan kitabı bir kenara bırakıp tramvaya atlasa on yedinci yüzyılın İstanbul’unda bulacak kendisini sanki; Divanyolu’nu iki yakalı saran ağaçları, Tarihi Yarımada’daki izi kalmamış Bizans Sarayına sırtını verip ayakta kalmaya savaşan kağşamış ahşap evleri eliyle koymuş gibi bulacak. Mekanları az önce aralarından geçmişçesine ayrıntılarıyla anlatan yazar, çoğu simgesel anlamlar üstlenmiş kahramanlarını da aynı ustalıkla canlandırıyor. Hasislikleri, küçük hesapları, sabırları ya da tez canlılıkları, fedakarlıkları, gaddarlıklarıyla hemen yanı başımızda, bizimle soluk alıp verir gibiler.
Okuru merakta bırakan kurgusu ve gereksiz hiçbir ayrıntının yer almadığı olay dizisiyle hayranlık uyandıran roman, okurundan da aynı dikkat ve özeni bekliyor ve bunu fazlasıyla hak ediyor. Ayrıca, ironiyi seven anlatıcının eğlenceli anlatım dilinin yanı sıra; bulmaca çözmeyi seven, söylencelere meraklı okura da ilginç sürprizler sunuyor. Hiç bir kahramanın adı tesadüfi değil örneğin. Her birinin romanda bir işlevi, bir hikayesi olduğu kadar adının yarattığı çağrışımlar da anlatıyı zenginleştiriyor. Zahir, Batın, Yakuti, Lazar vs…Bu isimlerin hikayelerinden habersiz olanlar da kitabı hiçbir eksiklik hissetmeden keyifle okur; ancak, isimlerin peşi sıra sürüklediği söylenceleri bilenler için kitaptan alınacak fazladan tatlar söz konusu. Yazar bize diğer kitaplarında da yaptığı gibi oyun içinde oyunlar sunuyor.
Geçmişi özgün bir bakış açısıyla canlandırmak, insanlığın ortak söylencelerini ters yüz etmek için yazılmış gibidir İhsan Oktay Anar kitapları. Suskunlar da bu kuralı bozmuyor. Şarkı söyleyerek görüneni, bilineni temsil eden “Zahir” in kendini Peygamber ilan ettiği söylentileri, bir iftar yemeğinde, “alın, bu kavunu yiyin. O benim etimdir, rakıyı da için. O benim kanımdır” dedikten sonra “Yakuti “ isimli birinin ihanetiyle yakalanması ve öldürülüş biçimi İsa’nın yaşam öyküsüne dair söylencelerin birebir uyarlanması. Özellikle İsa’nın çarmıhtaki son sözleri olduğuna inanılan ve Hıristiyan Dünya’sında hala tartışılan “baba, neden beni terk ettin” sözlerini “ah Beybaba, ah be babalık! Niye çamura yattın?” biçimine dönüştürmesi yazarın sınır tanımayan mizah anlayışının bu kitaptaki bence en iyi örneği. Türk müziği makamlarıyla isimlendirilmiş yaratılış efsanesi, kardeşini öldüren Kabil’in lanetini taşıyan nesiller vs. vs… Bir de romanın baş kişisi sayabileceğimiz Eflatun var ki, yazarın felsefeci kimliğini düşününce bu kahramanın kimden esinlendiği açıkça belli oluyor. Puslu Kıtalar Atlası adlı ilk kitabında Rene Descartes’ı “rendekar” isimli bir kahramana dönüştürerek “zagon üzerine öttürmeler” adını verdiği konuşmalar yaptıran yazar bu romanında da Platon’u suskun bir dervişe dönüştürerek yad ediyor. Söylence kahramanı olarak İsa’nın dirilttiği Lazarus bile eksik değil romanda, küçük de olsa bir rol kapmış.
Kitabın tamamı, temposu hiç düşmeyen birbirinden ilginç bölümlerden oluşuyor. Özellikle Köszen Kalın Musa’nın torunu Eflatun’un duyduğu bir ıslıkla evinden ayrılıp Galata Mevlevihane’sinde biten yolculuğunun anlatıldığı bölüm dikkate değer. Birbirinden bağımsız birkaç hikayenin ipe dizilen boncuklar gibi sıralandığı bu bölüm; meddah geleneğindeki birbirinden farklı ama ek yerini hissettirmeden ustalıkla birbirine ulanan hikayeleri çağrıştırıyor.
Anlatının bazı bölümleri şiddet ve kan içerse de masalsı üslubu nedeniyle rahatsızlık vermiyor. Bir elinde az önce kestiği, kanları damlayan kelleyi taşıyan celladın, kurbandan aldığı bahşişle çatır çatır pazarlık ederek bamya satın alması gündelik bir olay sanki. Bu mesafeli duruş masalsı anlatımın gücünden kaynaklanan, edebi bir yabancılaştırmanın sonucu.
Yazarın bütün taşlarını büyük bir ustalıkla kullandığı, tek bir piyonuna bile gereksiz bir hamle yaptırmadığı bir satranç oyunu kurar gibi düzenlediği roman keyifle, bir sonraki sayfada neler olacağı merak edilerek okunuyor. Suskunlar, yazarın diğer kitapları gibi, sadece uzmanların ve özel ilgi duyanların bileceği çok sayıda terim içerse de anlaşılırlığını koruyan bir anlatımla, hiç duraksamadan, tökezlemeden akıyor.
Masal türüne yakın duran bütün işlevsel anlatılarda olduğu gibi bu romanın da psikolojik boyutu eksik. Onca kahramandan bir tekinin bile iç dünyasına ulaşamadığımız gibi özdeşlik kurabileceğimiz karakter özellikleriyle de tanıyamıyoruz. Ağzımızda pamuk helvasına benzer varla yok arası bir tat, hayal perdesinde çubuklarla hareket ettirilen kişiliklerin canlandırdığı bir gösteriyi izlemiş gibiyiz. Orhan Pamuk’un Benim Adım Kırmızı romanında sırası gelen kahramanın söz alıp hikayenin payına düşen bölümünü anlattıktan sonra ortadan kaybolması gibi, sadece yaptıklarıyla tanıyabiliyoruz bütün karakterleri. “Ne” yaptıklarını, “nasıl” yaptıklarını öğrensek de “neden” yaptıklarına dair bir fikir edinemiyoruz. Bu metnin eksikliği ya da yazarın başarısızlığı değil elbette, türün vazgeçilmez özelliği.
Bunaltıcı gündemden uzaklaşmak, büyükler için yazılmış bir masal tadındaki romanın sayfaları arasında büyülü bir geçmişe dalmak isteyen herkes için biçilmiş kaftan Suskunlar. Osmanlı İstanbul’unun sokaklarında dolaşmak, tasavvuf dünyasının perdelerini aralamaktan keyif alanlar için de bulunmaz nimet.
Kitapların zenginleştirici dünyasından uzak kalmamanız dileğiyle, keyifli okumalar.
Zerrin Soysal